
“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” K MARX
Siyaset, özünde bir toplumun ortak geleceğini kurma faaliyetidir.
Bir ülke, siyaset kurumu sayesinde yalnızca kim tarafından yönetileceğini değil, hangi değerler etrafında bir arada kalacağını da belirler.
Ancak günümüzde siyaset, giderek bu asli işlevinden uzaklaşıyor; kamusal bir alan olmaktan çıkıp, kendi iç dinamikleriyle işleyen bir sektöre dönüşüyor.
Bu dönüşüm, yalnızca siyaset kurumunu değil, toplumun siyasete olan inanç ve güvenini de kemiriyor.
⸻
I. Siyasetin Anlam Kayması: Kamudan Bireye
Eskiden siyaset denildiğinde akla toplum, yurttaş, kamusal sorumluluk ve mücadele gelirdi.
Bugünse siyaset, giderek bir kariyer basamakları zinciri olarak görülüyor.
Parti örgütleri birer demokratik okul olmaktan ziyade, “terfi ofislerine” dönüşüyor.
Kadro mücadelesi, fikir mücadelesinin önüne geçiyor;
“daha iyi ve çözüm odaklı siyaset yapmak” değil, “daha görünür olmak” belirleyici hale geliyor.
Bu anlayışta siyaset artık bir toplumsal ihtiyaç değil, bireysel bir geçim ve statü alanıdır.
Kısacası siyaset, bir kamu hizmeti değil, bir kariyer yatırımı olarak konumlanıyor.
⸻
II. Profesyonelleşme mi, Kopuş mu?
Kimi siyaset bilimciler bu süreci “siyasetin profesyonelleşmesi” olarak yorumluyor.
Evet, siyasetin teknik bilgi, organizasyon ve iletişim becerisi gerektirdiği doğrudur.
Ancak mesele yalnızca profesyonelleşme değil; siyasetin toplumsal köklerinden kopuşudur.
Profesyonel siyasetçi artık halkın içinden değil, siyasetin içinden yetişiyor.
Bu, bir yandan deneyimi artırırken öte yandan siyaseti “kendi kendine referanslı” hale getiriyor.
Yani siyaset, halk için değil, siyasetin kendisi için yapılmaya başlanıyor.
Bu noktada siyaset bir sektörleşme sürecine giriyor — kendi pazarını, kendi dilini, kendi tüketicisini üretiyor.
Bu noktada yurttaş ve toplum, profesyonelleşmiş siyasetçilerin ürettiklerini tüketmekle “yükümlü” tüketiciler olarak görülüyor.
Böylece toplum ve onu oluşturan bireyler, siyasetin öznesi olmaktan uzaklaşıp tüketim nesnesi halini alarak kendisini siyasetten soyutluyor ve sadece “oy veren kişi-seçmen” kavramıyla sınırlanıyor.
⸻
III. Siyasetin endüstrileşmesi: Üretim, rekabet, tüketim
Bugün siyaset bir endüstri gibi işliyor:
İmaj üretiliyor, algı yönetiliyor, aday pazarlanıyor, seçmen tüketiciye dönüşüyor.
Toplumsal sorunlar, “pazarlanabilir mesajlara” indirgeniyor.
Seçim kampanyaları, ürün lansmanı mantığıyla yürütülüyor.
Bir siyasetçinin değeri, temsil ettiği fikirlerle değil; “trend olma” kapasitesiyle ölçülüyor.
Bu durumda siyasetçi de, aslında hizmetle yükümlü olduğu toplumun sözcüsü olmaktan çıkıp, siyaset sektörünün ürününe dönüşüyor.
Üretilen şey ise artık çözüm değil, görünürlük.
⸻
IV. Değerlerin yerini performansın alması
Siyasetin sektörleşmesi, değerler üzerinden değil performans göstergeleri üzerinden işleyen bir düzen yaratıyor.
Kimin daha adil, daha çalışkan, daha ilkeli olduğuna değil;
kimin daha çok konuşulduğuna, daha çok izlendiğine bakılıyor.
Değerlerin yerine reyting, ilkelerin yerine etkileşim oranı geçiyor.
Bu, toplumun siyasetle bağını zayıflatıyor çünkü yurttaş artık seyirci konumuna itiliyor.
Ve daha önemlisi siyaset, halkla birlikte yapılan bir faaliyet değil, halkın izlediği bir gösteri haline geliyor.
Peki siyasetin sektörleşmesinin somut çıktısı nasıl oluyor?
Kendisini sağcı veya solcu olarak tanımlayan profesyonelleşmiş siyasetçilerin, bireysel kariyer ve fayda analizinden sonra süreç içerisinde ani görüş değişiklikleriyle kendisini takip edenleri hayal kırıklığına uğratmasıyla son bulmaktadır.
(Ben yazmayacağım ancak bu isimlere örnekleri bana yorum veya e posta olarak gönderebilirsiniz 🙂
⸻
V. Peki Ne Yapılmalı?
Evet analizlerimizi yaptık , sorunları da tespit ettik peki bu yeterli mi ?
Tabii ki hayır!
Siyaseti yeniden kamusallaştırmak zorundayız.
Bu, ideolojik değil, ahlaki bir meseledir.
Her siyasetçi, her örgüt ve her yurttaş şu soruyu kendine sormalıdır:
“Ben siyaseti neden yapıyorum — bir mevki için mi, bir değer için mi?”
“Siyasi partiler, örgütler, sendikalar, demokratik kitle örgütlerinin ve burada “görev” alanların gerçek amacı nedir ? Ne olmalıdır?
Partiler, iç terfi sistemlerinden çok, toplumsal hedef haritaları üretmelidir. Bunun araçlarını aslında partilerin tüzük ve yönetmeliklerini eleştirel bir gözle okuduğunuzda görebilir, hatta bir parti üyesi veya bir vatandaş olarak da kendinize görevler çıkarabilirsiniz.
Örneğin hangi partinin üyesi veya sempatizanı olursanız olun o partinin tüzük ve yönetmeliklerini okuduktan sonra burada siyaset yapanların fiili söz ve davranışlarını karşılaştırmak, buradaki çelişkilerin tespiti ve bunlara alternatif bir siyaset üretimi için değerli olabilir.
Çünkü partiler yalnızca profesyonelleşmiş kadro yetiştiren yerler değil, aynı zamanda “değer aktarımı merkezleri” olmalıdır.
Peki hangi değerler? Kendi çağında bireysel kariyer olarak Osmanlı’da saraya ve padişaha (tek adama) yakın, tebaa ‘ya hükmeden apolet ve sırmaları omuzlarından dökülen bir paşa olabilecekken; demokrasi, cumhuriyet, halk, kongre, meclis …vb kavram ve değerler ile halkın ihtiyaçları doğrultusunda ulusal kurtuluş mücadelesini örgütlemiş Mustafa Kemal Atatürk buna en somut örnektir.
Çünkü dünya uluslar ailesinin gidişatını doğru analiz ederek içinde yaşadığı toplumun ihtiyaçlarına artık eski siyasal üstyapının (saltanat-hilafet) cevap veremediğini görerek harekete geçmiştir.
Türkiye siyasetinin tarihsel sürecinde siyaset yeniden emek, vicdan ve kamusal ihtiyaç ve sorumluluk temellerine oturmadıkça ve bu durum toplum tarafından kanıksandıkça sektörleşme derinleşecektir.
Bu tarihsel sürecin en önemli dönüm noktası ise 12 Eylül 1980 Askeri Darbesidir. Bu darbe özellikle Siyasi Partiler Kanunu’nda gerçekleştirdiği dejenerasyonla tüm partilerde kanunen zorunlu olan “aday belirlemede önseçimi” ortadan kaldırmıştır. Böylece halkın örgütlü kesimi oluşturan parti üyelerinin ve bunların oluşturduğu örgüt mekanizmalarının söz hakkını elinden almış “lider sultasına” veya “kariyer odaklı grupların” insafına bırakılmıştır.
Bu da süreç içerisinde siyasi partilerin endüstriyel şirketlere dönüştürülmesine ve siyasi partilerde “görev” alan insanların da profesyonel şirket çalışanlarına dönüşmesine yol açmıştır.
⸻
Sonuç olarak;
Siyaset bir meslek değil, bir emanettir.
Toplum, bu emaneti dürüstçe taşıyanları değil, o emaneti kendi kariyerine yatırım haline getirenleri izlemekten artık bıkmıştır.
Gerçek değişim, siyasetin yeniden halka halkın da siyasete dönmesiyle mümkündür.
Çünkü siyaset, bir sektör değil; toplumun vicdanı ve kendi ihtiyaç ve sorunlarına çözüm üretme mekanizmasıdır.
Bu mekanizmanın doğru çalışmasının yolu; her türlü bireysel ve toplumsal sorunla mücadele etmenin kurumsal araçları olan siyasal parti, dernek, demokratik kitle örgütleri ve sendikaların üyesi olup amaca uygun çalışmaları için mücadele etmekle başlamaktır.

Yorum bırakın